Tuesday, August 18, 2015

Ecdattan seçmeler: Hoca Sadeddin, Sinan Paşa

“Sevan Osmanlıca sözlük hazırlıyormuş” diye rivayet çıkarmışlar. Bu doğru değil. Bildiğiniz Nişanyan Sözlük’ü geliştirmekle uğraşıyorum. Öncelikle, her bir sözcüğün (ve her bir sözcüğün değişik anlam ve nüanslarının) Türkçede yazılı kayıtlara geçtiği en erken ya da en erkene yakın metin örneklerini derlemeye çalışıyorum. Önce beş-altı ay kadar Osmanlı dönemi metinleriyle cebelleştim. Sonra eski Asya Türkçesi ve erken Türkiye Türkçesiyle epeyce vakit geçirdim. Çağatayca ve Kıpçakça sözlüklerle Babürname’nin bir kısmını taradım. Son günlerde Geç Osmanlı döneminin Frenkçe alıntılarına (dantela, konişmento, romatizma, yamyam…) döndüm.

Şimdi sözlükte maddebaşı olan on beş bini aşkın kelimeden hangisini sorsanız, son 150 yılda çıkmış kelimelerden ise hangi onyılda, daha eski ise hangi yüzyılda ilk kez kullanıma girdiğini hemen hemen kesin bir şekilde söyleyebiliyorum. Son otuz yılın kelimeleri ise yılına, hatta bazen ayına kadar doğum tarihini belirlemek mümkün aslında. Ama bunun için internet lazım, o imkânım olmadığı için en yeni kelimeleri biraz ihmal ettim.

Yöntem olarak çok zor bir şey değil yaptığım. Önce çeşitli dönemlere ait sözlükleri sistemli olarak tarıyorsun. [O işi ilkin 4-5 yıl önce yapmıştım; metin örnekleri alarak yeniden yapınca gözden kaçırdığım binlerce ayrıntı ortaya çıktı.] Sonra her döneme ait ilginç olabilecek metinleri gözden geçirip kelime avcılığı yapıyorsun. Geçen gün bir liste çıkardım. Şimdilik 352 tane kaynak taramışım. Bunların bir kısmı Cumhuriyet gazetesi arşivi gibi devasa kalemler; bir kısmı Orhun Yazıtları, Kutadgu Bilig, Evliya Çelebi Seyahatnamesi, Ahmet Mithat Efendi romanları gibi edebi klasikler; bir kısmı da tesadüfen denk geldiğim akla hayale gelmedik metinler, mesela 1939 tarihli Türk Kadınının Tatlı Kitabı, yahut 1803 tarihli Kenzül İştiha adlı yemek kitabı, Sultan 3. Murat’ın 1590’larda hocasına yazdığı rüya raporları, ya da 9. yüzyıldan kalma Irk Bitig adlı fal kitapçığı. Daha başka 10. yüzyıldan Uygurca Budist ve Maniheist dualar, 14. yüzyılda Araplara Türkçe öğretmek için yazılmış broşürler, 1432 tarihli bir adabı muaşeret kitabı, 16. yüzyıla ait gemicilik metinleri, 19. yüzyıla ait argo derlemeleri, 1914’te yazılmış bir balıkçılık risalesi, Lenin’in 1920’de Türkçeye çevrilmiş propaganda metinleri de var.

Elyazmalarına maalesef giremiyorum; basılı eserlerle sınırlıyım. Eski yazıyla dört-beş eseri, özellikle Gülşehri’nin 1317 tarihli Mantıkü’t Tayr tercümesini ve Kâtip Çelebi’nin iki eserini taradım. Ama itiraf edeyim ki çok zahmetli oluyor. Yeni yazıyla dakikada 6-7, bazen 10 sayfa tararken eski yazıyla bir sayfa bazen beş-on dakikamı alabiliyor. Yaşasın Atatürk!

Sadeddin Efendi, Tacü’t-Tevārih
En hoşuma giden keşiflerden biri Tacü’t-Tevariḫ oldu. Hoca Sadeddin Efendi’nin eseri 1574’te yazılmış, klasik Osmanlıca nesir üslubunun zirvesi ve şaheseri sayılıyor. Bugün piyasada – inanılacak gibi değil ama – orijinal metnin ne eski yazıyla, ne yeni yazıyla baskısı yok. Sadece Tercüman Gazetesi yayınlarından çıkmış sefil-ötesi bir “çeviri” var. Allahtan, 1680 tarihinde Osmanlıcanın gelmiş geçmiş en iyi sözlüğünü yazan Fransız-Polonyalı Meninski Sadeddin Efendi’ye hayranmış; eseri için “elegantissimo stylo conscripti” demiş; sözlüğünde beş bini aşkın metin örneği kullanmış. Oradan az çok fikir edinebiliyoruz.

Ben Meninski’nin verdiği alıntılardan “bulabildiğim en erken örnek” tanımına uyan üç yüz tane kadarını kullandım. Burada size onlardan bir seçme sunuyorum. Bakalım üsluptaki zarafetin ve kusursuzluğun tadına varabilecek misiniz. İmlada (bazı düzeltmelerle) Meninski’yi izledim. 17. yüzyılın İstanbul üst sınıf telaffuzu hakkında elimizdeki en güvenilir bilgi böyle; ı’lar i’ler yazım hatası değil. Köşeli parantez içindeki çeviriler bana aittir. Çok güzel bulduklarımın yanına bir de yıldız koydum. [Evet 1574 itibariyle lale demek “gelincik” (daha doğrusu Manisa lalesi denilen anemon) demektir, kanlı kelleler “lale bahçesi gibi” değil “gelincik tarlası gibi” olur, böyle şeylere dikkat etmek lazım.]
ābādān olan ḫānümānleri talān ittıler
 
ābā-i emcād-i cennet meˁādleri meslegine sülūk itdıler [cennete giden şanlı atalarının yolunu izlediler]

*aˁdā gelüp ol māh-i saltanāt-penāhı hāle-vār ıhāta eylemişdür [düşman gelip saltanatın odağı olan o ayı hale gibi çevrelemiştir]

āfitāb-i ˁızzü rıfˁati māder-zād [doğuştan gelen soyluluk ve yüceliğin güneşi]

ˁalāim-i ıhsās buyuruldukte [ayılma belirtileri gösterdiğinde]

ˁāmme-i bilād-i Osmāniyeyi nehbü iḥrāḳ itmege ittifāḳleri oldı [tüm Osmanlı illerini yakıp yıkmaya sözleştiler]

anlar ile muḥabbetü vedād ve sadāḳatü ittiḥād maḳāmında olüp [onlarla sevgi ve dostluk ve sadakat ve birlik makamında olup]

anlere hevādār idüginüŋ sezāsın bulduğı eyyāmde [onlara meyilli oluşunun layığını bulduğu günlerde]

*ˁarsa-i peykār nümūdār-i lālezār olup [savaş alanı gelincik tarlasına benzeyip]

*āteş-i hamīyet ḳarīn-i iltihāb olup [hamiyet ateşi yangın gibi olup]

*bād-pāy-i ḫayāl gibi serīˁus-seyr [imgelemin atı gibi tez gidişli]

bağyü ısyān-i Karamānīden gāyet müteessir ve nihayette mütekeddir olüp [Karamanlının isyanından son derece üzüntü ve aşırı keder duyup]

bahrü berrde hükmüm Nīl gibi sārī idı [denizde ve karada hükmüm Nil gibi yayılıcı idi]

beḳāyā-i evlād-i ḳayāsırden Yalaḫonyā nām bir duḫter [Kayser soyu kalıntılarından Y. isimli bir kız evlat]

*beni bu varṭa-i helāk ve vādi-i hevilnākden ḫalaṣ eyle [beni bu bela uçurumundan ve dehşet vadisinden kurtar]

*bir āsumān iki mihre ve bir mīşe iki şīre ḳarārgāh olmaz [bir gök iki güneşe ve bir orman iki arslana barınak olmaz]
bir cemāl-i żıyā-küsterdir ki [ışık saçan bir güzelliktir ki]

bir encümen-i sūr ve bir nişīmen-i sürūr itdıler [bir düğün derneği ve bir eğlence oturumu yaptılar]

bir ġulām-i sāde-rū [saf yüzlü bir genç oğlan]

bir ḫandaḳ-ı ˁamık ḫarḳ itmişlerdür ki nihāyeti merkezi ḫāk (...) idı [derin bir hendek kazmışlardır ki, sonu yerin merkezi idi]

bu mertebe tereddüdi bāˁıs-i iżmihlāl-i muḥabbet oldı [bu denli tereddüt etmesi, dostluğun erimesine neden oldu]

bu neşīd-i pür nevīdi mütezekkir oldılar [bu müjde dolu ilahiyi zikr ettiler]

bu taˁrīż-amīz kelām-i bī-intizām [bu incitici usul-dışı söz]

bürāderāne muˁāşeret ve bir birimüzle müẓāheret ḳābil iken [kardeşçe geçinmek ve birbirimize destek olmak mümkün iken]

cādde-i ˁadl üzre müstaḳīm idı [adaletin doğru yolunda kararlı idi]

cüvānü pīre ve saġīrü kebīre bezl itdı [gence yaşlıya ve küçüğe büyüğe ihsan etti]

çün bu kelām-i mūhiş ve peyām-i müdhiş ol şāh-i pür-dāniş cānibine maˁrūz oldı [bu korkunç söz ve dehşet verici haber bilgelik dolu şah tarafına arz edildiğinde]

*dāḫıl-i ḥavze-i müslimānī ve muḥat-ı ḥayte-i emnü emānī oldı [Müslümanlık havzasına dahil ve güvenlik çiti ile çevrili oldu]

*destü pālerine lerze ve zebānlerine hedeyân-ı herze ˁārıż oldu [el ve ayaklarına titreme ve dillerine anlamsız sözlerin hezeyanı geldi]

dest-zede-i pençe-i żıyāˁı olmayan [yenilginin pençesinden darbe yemeyen]

devr-i etrāf-ı hısār ve nezāret-i derü dīvār ider iken [hisarın çevresini dolaşıp kapı ve duvar kontrol ederken]
 
*dīde-i ḫurşīd kararup temāşa-i sūret-i cenkten kalduğınden muğber (...) olmişidı [güneşin gözü kararıp savaş tablosunu seyredemediği için gücenmişti]
 
efrād-i āferīdeden bir ferd [yaradanın bireylerinden bir birey]

Emīr Süleymān ḳastine murāḳıb (...) ve mesned-i ḳayṣarī istiḫlāsine rāgıb idı [Emir Süleymanın niyetini gözetmekte ve saltanat tahtını ondan kurtarmayı beklemekte idi]

*emvāc-i zulm ü bīdādini müterākim eyledi [zulm ve adaletsizliğinin dalgalarını üstüste bindirdi]

enānīyeti terk eylemeyüb ve ġażab-i nefsānī ġalebe idüb

endīşe-i aˁdāden fārığ olasın ve baḳıye-i eyyām-ı zindegānīde āsāyiş bulasın [düşman korkusundan azade olasın ve ömrünün geri kalan günlerinde huzur bulasın]

envāˁ-ı tebcīl ü ikrāme ve esnāf-ı taˁzim ü ihtirāme müştemil nāme-i muhabbet ile

erḳāmü aḳlām-i muverrīḫīn ıḫtilāf üzre vāḳıˁ olmıştür [tarihçilerin yazdıkları ve söyledikleri ihtilaflıdır]

eşḳıyāy-i Türkmānı bī-ser ü sāmān eyledi [Türkmen eşkıyasını başından ve servetinden yoksun kıldı]

*etrāḳ-ı nāpākı şāhrāh-ı devlet-i Osmāniyenüŋ ḫārü ḫāşāḳı idüp [pis Türkleri Osmanlı devletinin kralī anayolunun tozu ve dikeni edip]

ferzend-i dil-pesendine merbūṭül-ḫātır olmış idı

fesād-ı ḳāṭıbe-i nāse teesīrü sirāyet ider [halkın genelinin bozulmasına etkisi ve bulaşımı olur]

*feverān-i tennūr-i aşkü muhabbet [aşk ve muhabbet fırınının kaynaması]

fıtret-i ˁasliyye ve sīret-i cibilliyetlerini zuhūre getürdiler [asıl yaradılış ve cibilliyetlerini ortaya çıkardılar]

fütuhāt-ı müteˁāḳıbe ve tevfīkāt-i mütenāsibe sūretini müşāhede eyleyüb [birbirini izleyen fetihler ve talihli başarılar tablosunu gözlemleyip]

gamden sīne çāk ü dil tābnāk ve ızdırābinden gendüyi [kendini] helāk mertebesine vardı

gerdūn-i dūn nüvāz ve çerḫ-i kīnesāz [kötülük değdiren felek ve kin besleyen kader]

*ġubār-ı maˁrikeyi tūtiyāy-ı dīde-i devlet bilüp [savaş alanının tozunu talih gözünün sürmesi bilip]

ḫalecān-i tereddüd ü iştibāhten müteḫallī olup [tereddüt ve şüphenin telaşından kurtulup]

hamle-i şīrāne ve sadme-i dilīrāne ile [aslanca bir hamle ve yürekli bir darbe ile]

harekāt-i şenīˁe vü eṭvār-ı beşīˁesi pāye-i serīr-i aˁlāye ˁarz olunup [çirkin hareketleri ve uygunsuz tavırları yüce makama arz olunup]

harrü ˁaṭş bīminden ˁārī itmişlerdür [hararet ve susuzluk korkusundan kurtarmışlardır]

hemdem-i meclīs-i sulṭānī ve maḥrem-i esrār-i nihānī idindı [sultan meclisinin yakın dostu ve gizli sırlarının sırdaşı edindi]

her gün memālik-i sultānī aḳṭārlerinden bir ḳuṭrı ġāretü tārāc iderdı [sultanlığın ülkelerinden bir bölgeyi yağma ve talan ederdi]

hezār zor u zār ile

ḫılāf-i sulḥ ve salāḥdan nāşī bir maslaḥatdür [barış ve huzura muhalefetten kaynaklanan bir iştir], rızā virilmek maˁḳūl degüldür

huzūrinde ittügü ˁahdü sevkend naḳżı gendüye pāybend olüp [gözünün önünde yemin ve ahdini bozması kendisine ayak bağı olup]

*hücūm-i düşmen-i bürc-efken indifāˁ rütbesinden irtifāˁ buldığın göricek [burç-kıran düşmanın hücumunun geri püskürtülme düzeyini aştığını görünce]

*ıḫsās ittükleri sūret-i muḫayyeli mahz iken emr-i vāḳıˁ zann idüp [gözlerine görünen hayali görüntüyü, fantezi iken gerçek zannedip]

ˁılāve-i ġumūm ve ziyāde-i hümūm oldı [üzüntünün çoğalması ve gammın katmerlenmesi oldu]

*ˁınān-i ˁazm-i hümāyūnleri refˁı savbine maˁṭūf oldı [padişahın azminin dizginleri, onun giderilmesi cihetine yöneldi]

*ıtāˁate müsāreˁati celb-i iltifāt-i sultāne behāne eyledi [itaate girişmesini sultanın iltifatını davet etmeğe bahane etti]

iˁāne-i reˁāyā ve iġāse-i berāyā etmeg ile

ibṭāl-i şevket-i ehl-i zalāl içün [küfr ehlinin kudretini batıl etmek için]

īfā-i levāzım-i ˁadālette ihtimām ittı [adaletin gereklerini yerine getirmeye özen gösterdi]

*iltibās-i zaḫm-i şimşīr-i gāziyān ile helāk oldı [gaziler kılıcının acısının bulaşması ile helak oldu]

*ismi maḥkūk ve vücūd ü ˁademi meşkūk oldı [adı çizildi ve varlığı ile yokluğu bilinmez oldu]

İstanbula duḫūl ile muraḫḫaṣ olmayüp [İstanbula girmeye izni olmayıp]

istiḫbār-i aṭvār-i küffār ve aḥvāllerini sipāh-i islāma iḫbār [kâfirlerin tavırlarına dair bilgi edinmek ve hallerini İslam ordusuna haber vermek]

istiˁlām-i kemmīyet-i gürūh-i gümrāh ideler [kötü yoldaki güruhun büyüklüğünü araştırsınlar]

*işvemend dilber-i mümtāzler şīve fenninde ser-efrāzler [işvebaz seçkin dilberler şive tekniğinde başı çekerler]
 
*ḳamusı ḳāmūs-i aˁzām gibi ol pür-nāmūs dergāhinde müctemiˁ [hepsi büyük okyanus gibi o namus dergâhında toplanmış]

kemāl-i ˁaḳl ü dāniş ve mezīd-i fehm ü bīniş ile mümtāz [akıl ve bilgi olgunluğu ve anlayış ve görüş çokluğu ile seçkin]

kemāl-i inkisār ile tevbe vü istiğfār ve taleb-i rızā-i perverdigār itti [tam pişmanlık ile tövbe ve istiğfar ederek Allah rızası talep etti]

kemāl-i letāfetü neẓāfet ile mevsūf olan āb-i germ üzre bir hammām-i ˁālī binā eyledi [hoşluğu ve temizliğiyle ünlü olan sıcak su kaynağı üzerine bir yüksek hamam inşa etti]

kemāl-i vüsˁatinde nice mevāzıˁ-ı teferrüc-i cāy-i dilkeşi müştemil [geniş arazisinde nice gönül çelici seyran yeri barındıran]

ḳıtāle mübāderetde herkesden müsābaḳat itmişdı [çatışmaya girişmede herkesten öne geçmişti]

*ḳuṣur ü ẕeyli ˁafv ile mestūr ve naẓar-i ḳabūl ile menẓūr ola [eksiği fazlası af ile örtülsün ve kabul gözü ile görülsün]

ḳutb-i dāire-i vilāyet ve miḥver-i küre-i hidāyet

ḳuvā-yi ṭabıˁalerinüŋ zemān-i istīlāsı idı [doğal güçlerini gösterme zamanı idi]

maḳbūż-ı ḳabża-i ıḳtidār [iktidar tutamağını tutan]

mektūbı tebdīl ve mefḥūmını vefkince taḥvīl ittı [yazıyı değiştirdi ve içeriğini gereği gibi değiştirdi]

mesāˁī-yi hamīdesi pesendīde-i şāh-i cihān-penāh oldı [övülesi çalışmaları cihan hakimi şahın hoşuna gitti]

mestūrü mufassal ve meşrūhü müsecceldür [yazılmış ve ayrıntılandırılmış, açıklanmış ve tescil edilmiştir]

Mısrü Şām cānibine ˁatf-i zimām-i intıḳām ittı [intikam dümenini Mısır ve Şam tarafına yöneltti]

mihmāndārlık merāsimini ve ziyāfet levāzimini istifāden soŋramin baˁd āl-i Osman istıḳlāl bulup, istibdād daˁvāsine ıḳtidār bulamayalar [bundan böyle Osmanoğulları başı boş kalıp egemenlik iddiasına güç bulamasınlar]

muḥarrik-i tünd bād-i fesād-i Timür olduğiyçün [Timur fesadının haşin rüzgârını harekete geçiren kişi olduğu için]

müktesibān-i ˁulūm-i meˁārif içün taˁyīn-i vezāif buyurdı [ilim rütbesi edinmiş olanlar için görev dağılımı yaptı]

müṣādemāt-ı suyūf ve muḳāraˁat-i sufūf [kılıçların çatışması ve safların çarpışması]

müsāfirān-i aḳṭār ve seyyāḥān-i rūzigār içün müsāfir-ḫāneler ve latīf kāşāneler binā buyurdı [kervan yolcuları ve kaderin yollara düşürdükleri için yolcu-evleri ve güzel konaklar inşa ettirdi]

*naḳz-ı peymān ve fesḫ-ı eymān ˁādet-i karamāniyān idüğün bilürken [anttan dönmek ve yemin bozmak Karamanlıların adeti olduğunu bilirken]
 
nāme-i zırāˁat ve ves̠īḳa-i ıṭāˁat yazdı [boyun eğme mektubu ve itaat belgesi yazdı]

nehr-i Merric tuğyān üzre cereyān itmegin [taşkın olarak aktığından]

nice fitneyi īḳāẓ eyledi ise yine öylece defˁ etsün [fitneyi nasıl uyandırdıysa öyle gidersin]

nisvān ile ıḫtilāt ve nüdemā-i meclis ile inbisāt üzre ˁömri geçer [kadınlarla beraberlik ve nedimlerle eğlence üzere ömrü geçer]
 
*nümūdār-i şeḳāyıḳ-ı nuˁmān olan ḫūnin kelleler ile ˁarsa-i kārzāre zeyn virüp [gelincik benzeri kanlı kellelerle savaş alanını süsleyip]
 
oğlanuŋ ḥayātından yees idecek [çocuğun hayatından ümidi kesince]
 
ol ˁāḳıdān-i encümen-i ibtihāc istıkbāline mübāderet eylediler [o mutluluk birliğini aktedenleri karşılamaya giriştiler]
 
ol binā-i azīm ḳurbünde bir muḫtaṣar maˁbedḫāne binā idüpol cüvāni evlād-i emcādi ˁadedinde taˁdād idüp [o genci kendi soylu evlatları sırasında sayıp]
 
*ol çikan düşmenlerüŋ ardın aldürüp gürīzgāhlerin sedd ve hısāre kaçanları zarb-i tīğ ile redd ittürdi [kaçış yollarını tıkadı ve hisara kaçanları ok darbeleriyle dışarı uğrattı]

ol ḥızb-i şeytānīyi bu gūne mevāˁıd ile ığvā eyledı [o şeytani zümreyi bu çeşit vaadlerle kandırdı]

*ol maḥbūbe-i silsile-mū ve maḥcūbe-i cūd-cū [o zincir saçlı sevgili ve bolluk saçan utangaç]

ol merzebümde olan çeşmeleri ḳāẕūrāt ile memlū idüp [o sınır bölgesinde olan çeşmeleri dışkı ile bulayıp]

ol müdbirler ardince müstaˁcil iken [o talihsizler ardınca acele ederken]

*ol perī ruḫsār şehrü bāzāre ġulġule salüp ve mahallāt arasinde velvele bıraġup

*ol sahrā-i pür-ġubār eṭrāf-i mecrā-i enhār oldı [o tozlu çöl, nehirlerin yataklarına ortam oldu]

*ol seyyāh-ı şināver nesīm-i sabah gibi rūy-i deryāden güzār idüp [o denizci gezgin, deniz yüzünden bir sabah esintisi gibi gelip]

ol şīr-i maˁrike-i kārzār ve ol mücāhid-i nāmdār [savaş meydanlarının aslanı, namlı mücahit]

*refˁ-i zarār-i ˁām içün zarār-i ḫāssı iltizām ittiler [genelin zararını gidermek için özelin zararını üstlendiler]

riayet-i müsāfirīnde daḳīḳa fevt olunmaz [konuk ağırlamada en ince nüans gözardı edilmez]

Rūm diyārine dendān-i tamāˁı tīz idüp [Rum diyarına tamah dişlerini sivriltip]

Rumilinde ˁufūnet-i hevā ve istidād-i tāˁunü vebā [hava çürümesi ve salgın hastalık eğilimi] olmağın

rūy-i teveccühin veche-i hükūmetgāhe tevcīh ide [bakış yönünü yönetim makamı yönüne yönelte]

rüsūm-i şirkten ārī olup [şirk törelerinden arınıp]

*rüşdine bülūġ ve pertev-i ıḳbāli fürūġ bulınce teeḫīr olunürsa [rüştüne erişip ikbalinin ışığı parlayıncaya dek ertelenirse]

*ṣadā-yi kūs-i ẓafer-meenūs [zafer bildiren köslerin yankısı]

sādıḳ nihādān-i ümmete lüzūm-i riˁayet-i şurūṭ-ı uḫuvveti īmā ve işāret buyurmuşlerdür [ümmetin sadık tabiatlılarına, kardeşlik şartlarına uyma gereğini ima ve işaret buyurmuşlardır]

*ṣafā-i ṣoffa vü eyvānleri ṣafā-i ˁaḳīdeti mübdiˁden müşˁirdür [sofa ve eyvanlarının ihtişamı kurucu prensiplerinin saflığına işaret eder]

*sahīfe-i sīne-i bī-kīnede raḳam-i vedd ü iḥlāsleri muḥarrerdür [gönlünün temiz sayfasında sevgi ve ihlas harfleri yazılıdır]

sāye-i pādişāh-i Rūmı penāh idinüp [Rum padişahının gölgesini sığınak edinip]

sedd-i süğūr ve ıslāh-ı ˁumūr-i cumhūr levāzimini ikmālden soŋra [sınırların tahkimi ve halkın işlerinin ıslahı için gerekenleri tamamladıktan sonra]

*semūm-i hücūm-i şuˀmleri mīzāc-i ˁāleme sārī olup [lanetli saldırılarının zehri alemin bünyesine bulaşıp]

ser-i bürīde-i kralı tegāyürden ṣıyānet içün asel içre vazˁ itmişler idı [kralın kesik başını bozulmadan korumak için sirke içine koymuşlardı]

serīr-i saltanāte cülūs ittükde sinn-i şerīfleri on sekiz yıl idı [saltanat tahtına oturduğunda 18 yaşında idi]

sevdā-i istıḳlāl sevdāsinden gitmezdi [istiklal tutkusu tutkulu ruhundan gitmezdi]

seyrü temāşāsinden dilgīr olmaz [sıkılmaz]

sıfat-ı müteḳābile ile ittısāfı ıḳtızāsi ile [karşıt sıfatla nitelendirilmesi gerektiği]
 
*sīmā-i safā-nümālerine jengār-i tağayyürü teessür gelüp [kaygısız yüzüne bozulma ve üzüntünün pası gelip]
 
sulḥa muġāyir harekāt ü vazˁ u hālet irtikāb eyledi [barış karşıtı hareket ve tavırlar sergiledi]
 
sulṭān-i dāver fuḳarāye yāver [yardımcı] olup

şāhü riˁāyet vābeste-i gayretü ḥamiyyet idüğü sābittir [egemenlik ve itaatin gayret ve hamiyete bağımlı olduğu bilinir]

*şaˁşaˁa-i şevārim-i āteşbār ve remīz-i esinne-i şihābgirdār [ateş saçan kılıçların parıltısı ve kıvılcım saçan mızrakların görüntüsü]

*şecere-i tayyībe-i ıḳbāli tāze-nihāl iken müsmiri semere-i kemāldür [güzel ikbalinin ağacı taze fidan iken kusursuz meyveler verir]

şeh-i nīk ü siyer [iyinin ve erdemlerin şahı]

şehr-i mezbūrün zāhırinde ḥulūl ittı [adı geçen şehrin yakınına kondu]
 
şehriyār muhāfezasinde cān sipār oldıler [padişahı korumak için canlarını feda ettiler]

şehriyār-i nāmdār ġayẓıni ıżmār ittı [namlı padişah öfkesini gizledi]

şöyle irāde eyledi ki feth-ı mezbūrde paşaya müsābaḳat eyleye [paşadan önce eyleme geçmesini buyurdu] 
 
*şuˁarā-i sihrbāz-i efsūn-perdāz [büyü saçan sihir ustası şairler]

ṭabīb-i hāzık ve müdebbir-i fāıḳ idı [özenli bir tabip ve üstün bir yönetici idi]taḫrīb-i bünyān-i şirk ü tuğyān [şirk ve isyan binalarını yerle bir etmek]

tedbīri dil-pezīrini istiḥsān ittı [gönüllü tedbirini beğendi]
 
tekālif-i cedīde ile reˁāyā fuḳarāsine cevrü eziyet olunmak münāsib degüldür [yeni vergilerle reayanın fakirlerine eziyet ve zulüm etmek]temlīk tarīḳı ile virdi [(irsî) mülk olarak verdi]

*teraṣṣud-i fürṣat ve teraḳḳub-i nuṣret idüp [fırsat gözleyip zaferi bekleyerek]

tertīb-i velīme-i nikāh ve tensīḳ-ı encümen-i meserretü ifrāhe iştiġāl ittı [nikâh törenini düzenlemek ve eğlence ve partiyi sıraya koymakla uğraştı]

teselluṭ-i tām ve icrā-i aḥkām ile [tam egemenlik ve yargı yetkisi ile]

tevḳīf-i eyyām-i tevaḳḳufte [alıkonduğu günler boyunca]

tevsīˁ-ı memleket ve terfīˁ-ı pāyei şevket bābinde [ülkeyi genişletmek ve egemenlik payesini yükseltmek babında]
 
teżādd tevādde münḳalib olurdı [zıtlık dostluğa dönüşürdü]

teẕekkür-i ahvāli mesālik olunup [işlerin durumu gözden geçirilip]

*top-endāz-i rāst-nazar [isabetli bakışlı bir top atıcı]
 
ˁubūdiyetü iḫlāṣ ve ıṭāˁetü ıḫtiṣāṣ birleˁumde-i atıbbā ve zübde-i ahıbbāsı olan [tabiplerinin dayanağı ve ahbaplarının en iyisi olan]
 
üslūb-i mergūb üzre ṭarḥ urup itmāmine ıḳtām eyledı [zarif tarzda temel atıp tamamlamaya çalıştı]

vālid-i muˁaskerine münżamm olıcak [ordulanmış babasına katıldığında]
 
ve illā nizām-i mülkü milel intişārü ḫalel bulür [devletin ve ulusların düzeni dağılmaya ve zarara uğrar]
 
veled-i necīb ve ferzend-i ḥasībleri
 
*vesīle-i intibāh-i şāh-i dil-āgāh oldı [gönül-bilen padişahın uyanmasına vesile oldu]
 
vilādetleri vālid-i mācidlerinüŋ serīr-ı salṭanate cülūs buyurdukleri leyle-i müteberrikede vukūˁ bulmuşdür [doğumu, şanlı babasının saltanat makamına cülus ettikleri mübarek gecede gerçekleşmiştir]
 
*zarar-i ˁācili عاجلى belki ācili آجلى [kısa vadeli hatta uzun vadeli zararı] bu devlete müteˁaddī olurdızebān-i şekvāsını dırāz idüp [şikâyet dilini uzun edip]
 
*zebān-i tığı zübānī gibi hallāl-i müşkilāt-i zafer idı [kılıcının dili zebani gibi zaferin önündeki zorlukları çözücü idi]
 
zımn-i mektūbda taˁyīn olunan leyle-i maˁhūde hulūl itdükde [mektubun içeriğinde belirtilen gece geldiğinde]

ẕirve-i ıḥsāne iˁtilā ittı [ihsanın zirvesine yükseltti]
zīver-i hüsnü behā ile imtiyāz bulmış [güzellik ve pahalılık ziynetleriyle seçkinleşmiş]

Sinan Paşa, Tazarruˁnāme 
Bir başka keşif, İstanbul’un Hocapaşa semtine adını veren Hoca Sinan Paşa’nın Tazarru’nāme adlı eseri. Bu zat Fatih Sultan Mehmed’in hocası ve çağın önde gelen entelektüellerinden biri imiş. Fatih’in ısrarıyla siyaset alanına geçip bir süre sadrazamlık yapmış. Sonra gözden düşmüş, yandaş medyada türlü iftiralara maruz kalmış, zindana atılmış, muhtemelen işkence görmüş. Fatih’in ölümünden sonra itibarı bir ölçüde iade edilmiş; Edirne’de hocalık yapmasına izin verilmiş. 

Tazarru’nāme, itibarının iadesinden sonra 1482 ile 1485 arasında bir tarihte kaleme aldığı bir Allah’a yakarış metni. İçeriği bildiğiniz İslami kalıplara uygun. Ama Osmanlı dönemine ait İslami metinlerin çoğundan daha insanî ve içten gelme bir eser. Emsallerinin hemen hepsinden farklı olarak, içinde gayrimüslimlere (“kâfirlere”) yönelik tek bir hakaret yok, kan dökme ve kelle kesme övülmemiş, yeryüzü nimetlerine dair ifade edilen kayıtsızlık buram buram riya kokmuyor. Hocanın başına gelenlerden etkilendiği belli. İkbalden düşmeden önce dili nasıldı, insan merak ediyor.

Eserin tadını vermek için uzunca bir bölüm aktaracağım. Hoca bu orgazmik tonu bir sayfa, üç sayfa, beş sayfa değil, üç yüz sayfa boyunca hiç tavsatmadan sürdürmüş. Bana sorarsanız döneminin en parlak İtalyan şairleriyle boy ölçüşür, dünya çapında bir edebi başyapıttır. Yüksek sesle okuyun, tadını daha iyi alırsınız.
Dünyā bir pīre-zen-i ˁacūzedür ki libās-i ārāyiş-i duḫterānda görünür, ve bir ḫarāb-ābād-i virānedür ki mazhar-i ābādānda gözükür. Anuŋ zevk ü safāsı vefā-yı zenān ve ebr-i tābistān gibi nā-pāyidārdur, ve ġussā vü cefāsı evrāk-ı eşcār ve aˁdād-ı rimāl gibi bī-şümārdur. Kürbe gibi doğurduğun yine yir ve kelb gibi temellük ittigin ısrur. Kimüŋ-ile ˁahd itti ki gine bozmadı ve kimüŋ ile ˁakd itti ki gine çözmedi.

Bu bir evdür ki ˁımāretleri ḫarāb ve emelleri nā-yāb, ve ˁızzetleri tahkīr ve taˁzīmleri tasġīr, ve ˁarsa-i āfāt ve menzil-i beliyyāttur.

Her kim ki kâ’s-i cihāndan şerāb-i hayāt içti, ˁākıbet humār-i memāti görse gerek, ve her kim ki bāğ-ı zemānden gül-i rāhat kokdı, elbet ḫār-i zahmetin çekse gerek.

Her nāzük-diller şimşīr-i merg elinden pür-ḫūndur ve her tāk-ı devlet külüngi zahmından ser-nigūndur.

Kankı serv-i bālā-i ikbāldür ki kuvvet-i bād-i ecel-i bī-mecāl anı dü-tā itmemiştür, ve kankı şükūfe-i bāġ-ı cemāldür ki satavāt-i hazān-i merg ü vebāl anı yire düşürmemiştür.

Kankı nakş-ı dil-keş ü zibādür ki tūfān-i hadesān anı rakk-ı varak-ı zemāneden yuyup gidermemişdür, ve kankı ˁārız-ı gül-i raˁnādür ki ˁızār-i meh-i tābānı ḫār ü ḫāşāk-ı cihāna karışup gitmemişdür.

Kankı āsümān-ı safādur ki gamāyīm-i hādisāt-i kāināt-i ˁulviyye-ile reng ü rüvāsı kudūret ü zevāl bulmamışdur, ve kankı sūret-i māh-sīmādur ki tareyān-i mevāniˁ-i nekebāt-i sifliyye-ile revnāk u ziyāsı taġayyür ve intıkāl bulmamışdur.

Kankı cemāl-i merdüm-i dīde-i ˁızzetdür ki dīde-i merdüm ol hüsn ü zīnetüŋ letāfetinde hayrān iken nāgehān bād-i fenā esüp ḫāk içinde ḫor itmemişdür, ve kankı kuvvet-i devlet-i cüvān-baḫttur ki pīr ü cüvān ol sāhib-devletüŋ rikābında revān iken āḫır şīr-i ecel yetişüp zor-ı pençesi-ile zār itmemişdür.

Niçe ḫalīfelerüŋ imāme-i devletleri vardı kim bir gün ser-nigūn olup boyunların anuŋ ile bağladılar, ve niçe pādişāhlaruŋ kemer-i ˁızzetleri vardı kim nā-gāh esīr eyleyüp billerine zencīr eylediler.

Niçe dilīr bahādurlar olur kim kendü kılıçları-ile gerdenlerine çalınur, ve niçe ˁākıl pādişāhlar olur ki tedbīrleri-ile gine kendüler sınur.

Bāğ-ı cihān hīç gül-i devlet virmemişdür ki ḫār-i cefā vü mihnet ana lāzim olmaya, ve zenbūr-i zemān hīç şehd-i ˁızzet sunmamıştur ki zehr-i kahr u meşakkat ana mülāzim olmaya.

Kankı lāle-i çemen-i melāhattür ki āḫır zübūl bulmadı, ve kankı āfitāb-i felek-i sabāhattür ki ˁākıbet üfūl bulmadı.

Kankı şehriyār-i nīk-baḫttur ki dünyā hevāsınuŋ havāsında yilerken bī-raḫt ü baḫt kalmadı, ve kankı tāc-dār-i sāhib-taḫttur ki cihān serāyınuŋ serīrine aldanmış iken bī-tāc ü taḫt kalmadı.

Kankı āyīn-i devlet-i şāhāndur ki münderis olup geçmemiştür, ve kankı ˁāyet-i mushāf-i ḫūbāndur ki mensuḫ olup gitmemiştür.

Kubbe-i semāvāt bu salābet-ile āḫır münşakk olup yıkılsa gerek, ve rūy-i zemīn bu tarāvet ile ˁākıbet ḫarāb olup bozulsa gerek.

Dağlar ki görürsin dağılsa gerek; sular ki görürsin soğulsa gerek. Yıldızlar yire düşse gerek, ve yir ü gök birbirine karışsa gerek.

Beyit: Ne ḫoş idı bu dehrüŋ būsitānı / ger olmayaydı āsīb-i hazānı

Nice tıfl-i nāzenīnler ki henūz gonce-i gülizārı açılmamış ve zülf-i müşg-bārı çözülmemiş, kaşları yayı kurulmamış, gamzeler okı atılmamış iken, nā-gāh kahr-ı zemān-ı fettān ol nā-resīdeleri ḫāk-ile yeksān ider, ve niçe mahbūb-i güzīnler ki çehre-i cān-fizā ve kadd-i dil-ārāları göŋül gülzārına behcet ve cihān bāğına zīnet virmiş iken, bir gün fitne-i devr-i zemān ol servi boylularuŋ kadlerini ve ol gül yüzlilerüŋ hadlerini toprak altında pinhān eyler.

Niçe nihāl-i draḫşān olur ki henūz  bedr olmadan ḫusūf bulur, ve niçe āfitāb-i tābān olur ki ufukdan kalkmadan küsūf bulur.

Cihān bāğında niçe nihāller olur ki yitişmedin yine kurur, ve rūzigār çemenlerinde ança reyhānlar olur ki açılmadın yolunur.

Niçe ˁömr ağaçları daḫı olur ki yitişüp müsmir iken zahm-i çeşm-i zemāne-i gaddār irişüp nāgāh bād-i fenā-i havādis yıkup düşürür, ve niçe zindegānī devhāları olur ki kökleri zemīne müsemmir iken nevāyib-i rūzigār-i mekkār yitişüp bir gün sarsar-i mesāyib yire aktarur.

Cihān bāġubānı böyle gelmiş, diküp koparur, ve zemān dihkānı ˁādet idinmiş, ektügin götürür.

Brrr. İlk paragrafı çevireyim, gerisini siz çözün bence:

Dünyā bir yaşlı acuze kadındır ki genç kızın görkemli kılığında görünür, ve bir virāne harabistandır ki şenlik yeri gibi gözükür. Onun zevk ü safāsı kadın vefası ya da yaz bulutu gibi gelip geçicidir, ve keder ve cefāsı ağaçların yaprakları ve kumun taneleri gibi sayısızdır. Dişi domuz gibi doğurduğunu yine yer ve köpek gibi sahipleneni ısırır. Kiminle sözleşti ki gene bozmadı ve kiminle antlaştı ki gene çözmedi. 

Sekizinci paragrafta Fatih Sultan Mehmed’in ölümüne sebep olduğu rivayet edilen şir pençe hastalığına atıf var sanıyorum. Sondan bir önceki paragraf da paşanın kendi kaderini anlatıyor sanki.

2 comments:

  1. Hocam Hoca Sadettin Efendi'nin Tarih'i Kültür Bakanlığı baskısı (1979) şurada: http://www.mediafire.com/view/eplfv92pfaebp8u/Hoca_Sadettin_Efendi_-_Tac%C3%BC%C2%B4t-Tevarih_1.pdf

    ReplyDelete
  2. Üstâdım, şir pençe hastalığına yakalandığı rivâyet edilen hükümdâr mâlûmunuz olduğu üzere Yavuz Sultân Selîm'dir, Fâtih Sultân Mehmed'in ise gut hastalığından öldüğü veyâ Yâkûb Paşa ismindeki Yahûdî tabîb tarafından zehirlendiği söylenir. Sinân Paşa ise felsefeye merak saldığı için babası olan Hızır Bey'in de aralarında bulunduğu devrin ulemâsı tarafından eleştirilmiştir, eserindeki bu derinlik muhtemelen felsefe merakından ileri geliyor.

    ReplyDelete