Tuesday, January 31, 2017

Bin defa konuşulmuş konulara yeni bakış açısı getirebilir misin küçük çekirge?

Halim – Hıristiyan alemi modern dünyaya daha iyi adapte olmuş görünüyor. Neler yaptılar bu sonuca ulaşmak için?

Selim – Aklıma ilk gelen üç maddeyi sayayım:

1- Dini reddeden azınlığa toplumsal saygınlık kapısı açtılar. Ateistle dindarların birbirinin gözünü oymadan aynı sofrada oturabilmesi sağlandı. Bu demek ki toplumsal tenasübün, yani uyumun, zemini din olmaktan çıktı, başka bir şey oldu. 2- Dinî inancı bir mit, bir felsefi mecaz, bir insanî abide, bir ecdat saygısı olarak korumaya ve sürdürmeye olanak veren düşünsel yapıları inşa ettiler. “Tanrı var mı yok mu bilmem, ama İsa’ya gönülden bağlıyım” diyen görüş, düşünsel tapınağın baş köşesine yerleştirildi.3- Alakart din servis edildi. Dinin farklı yorumlarının ve farklı inanç derecelerinin eşit derecede saygıdeğer olduğu fikrini teşvik ettiler. En devrimci sosyal görüşlerle en muhafazakâr gelenekçilik aynı Katolik kilisesinin kurumsal bünyesinde yer bulabildi mesela.

Halim – İslam dini buna benzer veya paralel bir dönüşüme izin verir mi?

Selim – Dönüşümün yolunu kesmek için kanının son damlasına kadar mücadele etmeye hazır büyük ve cahil bir kitle var. En ufak provokasyonda şiddetebaşvurmaya, olmadı avaz avaz bağırmaya, olmadı alınıp kin tutmaya yatkınlar. Daha beteri, o kitleyi iktidar aracı olarak gören siyasi örgüt ve liderler var. Onlar devre dışı bırakılmadan veya zararsız hale getirilmeden çok zor.

Halim – Türkiye Cumhuriyeti 20. yüzyıl boyunca dönüşümü gerçekleştirmeye çalıştı. Şimdilik başarısız görünüyor. Sence bu, İslam’ın yapısından kaynaklanan bir durum mu?

Selim – Varsayımınıza katılmıyorum. Kemalist rejimin laikliğini Batı sekülarizminin muazzam başarılarıyla kıyaslayamazsın. Biri gökdelen, öbürü gecekondu.

Bir kere Kemalist rejim, tanrıtanımazlığı meşrulaştırmak yönünde en ufak bir çaba göstermedi. Toplumsal söylemin bir parçası haline gelmesine izin vermedi. Okul müfredatına katmadı, üniversitelerde öğretmedi, devlet radyolarında tartışmadı. “Komünizme” kapı açar diye korktular.

İkincisi ve çok daha vahimi, dini bir felsefi ve kültürel gelenek olarak yeniden yorumlayan görüşlere cevaz verilmedi. Böylece, ayak takımının İslam’ından farklı bir İslam anlayışının, okumuşlar nezdinde dahi olsa, saygın bir seçenek haline gelmesine izin verilmedi. Tarikat, Nurculuk, Türk-İslam sentezi gibi arayışlar, belki ayakta duracak zemin bulamadıklarından, avam şakşakçılığına yönelmek durumunda kaldılar; çağdışılıkta yarıştılar.

Dinde çoğulculuk, rejimi şeytan görmüş gibi korkuttu. O çoğulculuğun kurumsal çerçevesi olması gereken Diyanet, tam tersine, alabildiğine dar ve yasaklarla çevrelenmiş bir ortodoksinin savunucusu oldu. Resmen tanımlanmış din dışındaki yönelimlerin din kisvesi altında belirmesine en sert yöntemlerle karşı çıkıldı.

Özetle din, devletin tapınağından – çok kısa bir süre için, de ki 1920’lerden 1940’ların sonuna dek  - uzaklaştırıldı. Yerine 23 Nisan ve 29 Ekim törenleri kondu. Geri gelmesi kaçınılmazdı, çünkü doğa boşluk kabul etmez.

Halim – Neden yapamadılar?

Selim – Cahillik belki. Ya da korkaklık. Kontrolü elden kaçırma kaygısı. Belki İslami geçmişten ve gelenekten gelen tekçilik arzusu.

Daha başka bir boyutu var o hikayenin ki üzerinde hemen hiç durulmamıştır. Ben bile, cesaret edemiyorum derinlemesine analiz etmeye.

Halim – Merakımız zirvede!

Selim – İlk bin üç yüz yılı boyunca İslam hep kolonyal bir yönetici zümrenin dini olarak kaldı. Fetihle büyüdü. Haraç ve cizye ile beslendi. Osmanlı nüfusu 19. yy başlarına dek yarıdan fazla gayrimüslimdi. 20. yy başında dörtte birden fazlası hala öyleydi. 1913 – 1923 etnik temizlikleri bu anlamda tarihi bir dönüm noktasıdır. Tarihte ilk kez homojen bir Müslüman toplum yaratıldı. İlk kez Müslümanlar, sömürecek bir reaya sınıfı olmadan, birbirleriyle baş başa kaldılar.

Bu olayın sonuçlarını iyi düşünmek lazım. Gerçekte büyük bir çöküştü. Dini ve toplumu yeniden düşünmek için bir fırsattı. Yapılması gereken oydu. Yapılmadı. Sonuçlarından, belki haklı olarak korkuldu. Onun yerine o dönüş büyük bir zafer olarak anlatıldı. “Düşman” denize dökülmüştü. “Vatan kurtulmuştu. “Millet” hâkim olmuştu.

Kimdi peki zaferi kazanan? Vatan, millet, bunların hepsi kaçamak tabirler. Zaferi kimin kazandığını halk pekâlâ biliyordu. Zaferi kazanan İslam’dı. Ve elbette günü geldiğinde asli kimliğiyle ortaya çıkıp zaferinin şan ve şerefini talep edecekti. Nitekim etti.

Dikkat edersen Mısır’da da hikâye aynıdır, Suriye ve Irak’ta da aynıdır, Hindistan’ı tasfiye edemeyince kendi homojen İslami alanlarını kuran Pakistan ve Bangladeş’te de aynıdır. İran’dan emin değilim, Malezya ve Endonezya’da ayni sürece yeni yeni giriyorlar.

19. yy’da modern dünyaya ayak uydurma yönünde önemli adımlar atan İslam. 20. yy’da neden durdu ve o duruşun sonuncunda, 21. yy’da neden batağa sürüklendi, sorumuz buydu. Cevabı, en azından kısmen burada aramak yanlış olmaz sanıyorum.

1 comment:

  1. Bu yazıya daha evvel bayağı yorum yazmıştım, AKP'nin AyYıldız Tim'i blogu hackleyince silinmiş. Tekrar okudum ve bu yazıya itiraz edecegim en mühim nokta esasen sonuncu paragrafın ilk ve ikinci cümleleri. İslamın 19. yy'da modern dünyaya ayak uydurma yolunda önemli adımlar attığı iddiası, sadece palavradan ibaret! Yazının geri kalanına genel olarak katılıyorum.

    ReplyDelete