Sunday, December 24, 2017

Halim ile Selim 1: Ateizme giriş

Geçen sene bu zamanlarda Menemen Kapalı Cezaevindeyken hemen her gece sohbet meclisimiz vardı. Favori konularımızdan biri tabii ki dindi. Halim ile Selim diyalogları o sohbetlerden ilham aldı. Gece konuştuklarımızın özünü, sabah millet uyurken kağıda dökmeyi denedim.

Şimdi o notları temize çekerken düzeyi tam nerede tutmak gerektiğini kestiremiyorum. Koğuştaki (bazıları ilkokul mezunu olmayan) arkadaşları mı hedeflesem, bu blogda binbir emekle oluşturup korumaya çalıştığımız seviyeyi mi tuttursam?


HALİM – Allah'a inanmadığınızı söylüyorsunuz. Neden?

SELİM – Tanrı ya da tanrılar fikrinin, insanlığın çocukluk çağından kalma bir efsane olduğu kanısındayım. Akıl süzgecinden geçmesine imkân yok.

Duygular ya da semboller zemininde temellendirmeyi önerirseniz size katılabilirim belki. Deseniz ki “Allah bir mittir, dünyama anlam katıyor,” ya da “Allah’a ibadet etmek hayatın gaileleriyle başa çıkmama yardım ediyor,” ya da “Allah olmasa Tac Mahal yahut Bach’ın kantatları olmazdı” kavga edecek mevzu pek kalmaz, bir noktada anlaşırız. Ama kalkıp bana Homeros destanlarında ya da Kuran’da anlatılan tanrıların objektif bir gerçeklik olduğunu, yani bildiğimiz dünyada, bağımsız iradeleriyle somut sebep-sonuç zincirlerine yol açan varlıklar olduğunu söylerseniz gülümsemekten başka bir şey yapamam.

Kusura bakmazsanız burada “ontolojik” tabirini kullanacağım. Yıpratılmış bir terimdir gerçi, ama bildiğim kadarı ile asıl anlamı, “insan algısından bağımsız olarak var olan ya da olduğu varsayılan aleme ait” demektir. İşte o anlamda Zeus veya Yahve veya Allah diye bir şeyin varlığına dair ben inandırıcı en ufak bir delil göremiyorum. Mantıken de o yöndeki iddiaları akıl dışı buluyorum.

HALİM – Allah fikrinin “insanlığın çocukluk çağından kalma bir efsane” olduğunu size düşündüren nedir? Neye dayandırıyorsunuz bu görüşünüzü?

SELİM – İlkel toplumlarda insanlar açıklayamadıkları olguların arkasında birtakım görünmez ve bilinmez canlı varlıkların bulunduğuna hükmetme eğilimindedir. Cinler, periler, ölmüşlerin ruhları, uğrular, vampirler, zombiler bu meyanda sayılabilir. Bunlar tıpkı insanlar ya da tanıdık hayvan türleri gibi, algılayan, düşünen, korkan, öfkelenen, tuzak kuran mahluklardır. Bazıları, aynı anda birden fazla yerde bulunma (bilokasyon) ya da ölümsüzlük gibi, ampirik dünyaya yabancı niteliklerle bezenmişlerdir. Diğerleri tanıdığımız dünyaya daha yakındır: cinsel istek duyarlar, türdeşleriyle kavga ederler, acıkır ve beslenirler, hatta – uzmanların teşhis edebildiği – metabolik artıklarını bırakırlar.

Sizin İbrahimi dinler dediğiniz, benim Yahudi-türevi dinler demeyi tercih ettiğim dinlerin tanrısını, bu ilkel animist inançlar fasilesinin biraz daha soyutlanmış bir versiyonu olarak görüyorum. Kuran tanrısını ele alalım. Bu tanrı görür, işitir, bilir, eli vardır (Ali İmran 73); konuşur, dil öğretir (Bakara 30 vd.), yazı yazar (Nisa 24); sever, merhamet eder, emreder, sabreder, sevdiklerini kayırır, öfkelenir, alınır, kıskanır, kin tutar, intikam alır, sınar, kandırır (Bakara 93), belki kandırılır (A’raf 16), tuzak kurar (Ali İmran 166,178), söz verir, meydan okur, tehdit eder, yarışma düzenler, muhatabını ikna etmek amacıyla delil ikame eder, yemin eder, hakaret eder, vb. Özetle zoomorf ve antropomorf bir varlıktır, yani hayvan ve insan özelliklerine sahiptir. Buna karşılık yeryüzü canlılarının bir dizi standart özelliğinden soyutlanmıştır, mesela türünün tek örneğidir, ölmez, üremez, sözüyle evrenler yaratma kapasitesine sahiptir, enerji tedarik kaynakları meçhuldür, vb.

Şüphe yok ki burada kültür tarihimizde sayısız örneği olan, eski Asur grifon’ları gibi, Çin ejderhaları gibi, ya da Örümcek Adam ve Yarasa Adam gibi, senkretik bir masal canlısından söz ediyoruz. Yeryüzü canlılarının bazı özellikleri alınmış, bunlara keyfi olarak (kuş kanadı + aslan ya da örümcek ağı + insan gibi) başkaları eklenmiş, ampirik dünyada olmazsa olmaz sayılan bazı özellikler keyfi olarak silinmiş, mantıken kabili telif olmayan bir dizi sıfatla tablo zenginleştirilmiştir. Bu tür varlıkları konu alan anlatımlara, yetişkin bireyler nezdinde inandırıcı ise efsane, değilse masal adını veriyoruz.

HALİM – Böyle bir varlığın gerçekle var olmadığı kanısına nereden varıyorsunuz? Sonuçta varoluşun tümünün akli olduğu, ya da akılla sınırlarının çizilebileceği düşüncesi de bir varsayım.

SELİM – Eski Yunan ve Hint tanrılarının nispeten gerçekçi bir masal dünyasının ürünü olduklarını söylemek mümkün. Apollon ya da Ganeşa’da “mantıken imkânsız” diyebileceğimiz unsurlar sınırlıdır. Bu tanrılara yöneltebileceğimiz esas eleştiri gerçekten var olduklarına dair herhangi bir ampirik delil bulunamamış olmasıdır. Ölümsüzlük ve bilokasyon dahi, çok zorlarsanız, ihtimal dairesine sokulabilecek şeylerdir. Eğer dünyada dinozorlar yahut belgesel programlarında gördüğümüz acayip mahluklar olabiliyorsa, Apollon niye olmasın? Olabilirdi, ama bildiğimiz kadarıyla yok.

Yahudi türevi dinlerin tanrısının bunlara ek bir dizi özelliği zikrediliyor. Bir, maddi varlığa sahip değildir. İki, evrensel ve tektir. Üç, evreni yaratmıştır. Dört, kadiri mutlak ve alimi mutlaktır, yani her şeyi bilir ve her şeye gücü yeter. Burada problemler çetrefilleşiyor sanırım.

Birinciden başlayalım. Maddi olmayan bir varlık nasıl görür, nasıl işitir, nasıl bilir? “Görmek” dediğimiz eylem, dünya adı verilen süfli bir gezegende bazı canlı varlıkların özel organlar vasıtasıyla belli frekans aralığındaki elektromanyetik dalgaları algılamasıdır. “İşitmek” keza, özel bir organ yoluyla belli frekans aralığındaki hava titreşimlerini algılamak demek. Alt ve üst sınırı belli kapasiteye sahip bir göz olmadan nasıl görülür? Kulak olmadan ne işitilir? Merkezi bir sinir sistemi olmadan “bilmek” ne demektir? Maddi olmayan bir el nasıl şeydir, kaç parmağı vardır? Allah’ın organları varsa bu organları besleyen enerjiyi nereden ve nasıl tedarik etmektedir? Bırakın evreni yaratmayı, bir sineği şuradan şuraya sürmek için dahi şu kadar joule enerji lazım. Nereden buluyor enerjiyi, eğer nektar ve ambrosia  ile beslenmiyorsa? Yoksa yoktan enerji var olmaz diyen Lavoisier yasaları geçersiz midir?

“Konuşmak” intersübjektif bir eylemdir, yani birden fazla özneyi var sayar. Konuşabilmek için aynı dili konuşan başkaları ile ortak bir konvansiyonlar sistemine sahip olmak gerektiğine göre, türdeşi olmayan bir varlık nasıl ve nece konuşur? “Yazı” homo sapiens adlı mahlukun iki yüz bin yıllık tarihinin son beş bin yılında geliştirdiği bir iletişim tekniğidir. Allah kullarıyla haberleşmek için bu yöntemi kullandığına göre teknik yeniliklere açık yapıda biri olduğuna hükmediyoruz. O halde matbaayı ya da interneti tercih etmemesinin sebebi nedir?

Eğer “evren” tabiri ile kastedilen şey “var olan her şey” ise, evren yaratılmadan önce hiçbir şeyin “var” olduğu söylenemez. O halde evreni “yaratmak”, köşesiz bir üçgen gibi, anlamsız bir kavramdır. Hiçbir şey yoksa “yaratan” da yoktur; olmayan bir öznenin eylemini insan aklı kavrayamaz.
“Kudret” nispi bir kavramdır; bir şeyin, direnç gösteren bir başka şeye üstünlüğünü ifade eder. Dolayısıyla hiçbir kudret mutlak olamaz. Aksini iddia edersek, “kadiri mutlak tanrı kaldıramayacağı kadar ağır bir şey yaratabilir mi?” paradoksuna çözüm bulamayız. Kudreti sınırsızsa her şeyi yaratabilmesi lazım, dolayısıyla kendi kudretini aşan şeyleri de yaratabilmesi lazım, demek ki sınırsız olamaz.

Allahın vaadleri, yasaları, emirleri kendisini bağlar mı? Bağlarsa kadiri mutlak değildir, iradesi sınırlanmıştır; bağlamazsa tanrı ve evren hakkında hiçbir şey bilemeyiz. Yarın canı isterse Kuran’ı da iptal eder, on emri de iptal eder, kıyameti de lağv eder, tıpkı Musa için bileşik kaplar yasasını iptal edip denizi yardığı gibi.

Benzer bir mantıki çıkmaz alimi mutlak (omniscient) kavramı için geçerlidir. Her şeyi önceden biliyorsa insanın özgürlüğü, dolayısı ile sorumluluğu diye bir şey olamaz. Onu bırakın bir kenara, tanrının özgürlüğü diye bir şey olamaz. Her şey eğer önceden belliyse tanrının “vaz geçtim” deme şansı yoktur, “bakalım neymiş” deme hakkı yoktur. Aslında yönetici ve karar verici bir tanrıya gerek yoktur, madem her şey önceden ayarlanmış. Herhangi bir konuda karar vermesi icap ediyorsa demek ki henüz karar verilmemiş, sonucu bilinmiyor. Demek her şeyi bilmiyor.

HALİM – Allah’a atfedilen zoomorfik ve antropomorfik nitelikler şüphesiz mecazen kastedilmiş olabilirler.

SELİM – Tabii, olabilir. Ona şüphe yok. Ama tutarlı olmak için Allah’a atfedilen niteliklerin bir kısmının mecaz olduğunu kabul etmek yetmez, tümünün mecaz olduğunu kabul etmemiz gerekir. Gözü, kulağı, eli mecaz ise, öfkesi, emri, merhameti, yasağı, kini ve cezası da mecaz olmalıdır. Çünkü bunlar da belli canlılar grubuna (insana ve belki yüksek memelilere) has davranış formlarıdır. Akciğeri ve bronşları olmayan bir varlığın öfkesini ben şahsen gözümün önüne getiremiyorum. Emredenin iletişim araçlarına, iyi bir hafızaya ve asileri yola getirecek kas gücüne ya da teşkilata sahip olması gerekir. Merhameti varsa eminim hormonları ve üreme organları da vardır.

Mecazi yaklaşımda benim itiraz edeceğim bir şey yok. Özetle diyorsunuz ki Allah hakkında ontolojik anlamda “gerçek” olan hiçbir şey söyleyemeyiz; Allah’a ilişkin ifade edebileceğimiz her şey mecazdır, adı ve mevcudiyeti dahil olmak üzere. O halde gerçekliği Allah’a istinat eden her şey, mesela cennet ve cehennem, melek ve şeytan, vahiy ve risalet, kıyamet ve yargı da ancak mecaz olabilir. Kuran da sonuçta edebi bir fantezidir.

Bu görüş bana uyar. Benim söylediğim de bundan çok farklı bir şey değil zaten. Yalnız bir uyarı daha yapmama izin verin. Şöyle ifade edeyim: Gerçek anlamda mecaz, insanın bilebileceği ve kavrayabileceği bir şey ile, bilip kavrayabileceği bir başka şey arasında kurulan köprüdür. Bilinmesi ve kavranması prensip olarak mümkün olmayan bir şeyin mecazı da olmaz. Tek ayaklı bir köprüdür, öbür ucu boştur. “Hah, bu mecaz sayesinde şunu kavradım” dediğiniz zaman kendinizi kandırıyorsunuz, çünkü antropomorf ve zoomorf olmayan (yani görmeyen, bilmeyen, sevmeyen, emretmeyen, konuşmayan …) bir tanrı hakkında bilebileceğiniz hiçbir şey yoktur. Sonlu olanla sonsuz arasında aşılmaz bir uçurum bulunur. Binaenaleyh Kurani mecazların bizi tanrısal aleme bir adım dahi olsa yaklaştırdığını söyleyemeyiz. Kuran eğer edebi bir fantezi ise, ancak bu dünyaya ait bir edebi fantezidir. Vaadettiği cennet, bu dünyaya ait bir cennettir – belki psikolojik ve manevi, belki siyasi ve ekonomik, fakat her halükarda gayet insani bir cennet.

HALİM – Peki Allah’ın yokluğunu kanıtlayabilir misiniz?

SELİM – Hiç uğraşmam, vakit kaybı olarak görürüm. Bir şeyin yokluğunu mantıki kesinlikle ispatlamanın ne kadar zor bir problem olduğunu her mantıkçı ve her polis dedektifi bilir.
Satürn’ün yörüngesinde antika porselen bir çay takımı var mı? Dünyadaki sineklerden herhangi birinin kanadında Kuranı Kerim yazılı mıdır? Olmadığından yüzde yüz eminim. Ama bunu kanıtlamak için kılımı kıpırdatmam; bir dakikamı bile harcamaya değer görmem.

HALİM – O halde duruşunuza ateizm değil agnostizm desek daha doğru değil mi?

SELİM – Agnostizm kavramının günümüzde yanlış anlaşıldığını düşünüyorum. Terimi doğru tanımlarsak, duruşumun gayet tabii hem agnostik hem ate olduğunu görürsünüz.

Agnostik tabirini 19. yüzyılda Oxford'da ilk ortaya atan Theodore Huxley “Tanrı var mı yok mu bilmiyorum, bulunca haber veririm” gibi abes bir şey kastetmemiş. “Tektanrılı dinlerin tanrısı mantıken bilinemez” demiş, ve bunun mantıki ve kaçınılmaz sonucu olarak, o tanrı hakkında herhangi bir şey bildiğini iddia eden herkesin yalan konuştuğuna hükmetmiş. Onun tanımlayıp adlandırdığı agnostizm “bilmiyorumculuk” değildir, “bilinemezcilik”tir . Son derece radikal bir tavırdır.

Varlığı var eden ve yok etme gücüne sahip olan “şey” hakkında doğru olan hiçbir önerme kuramazsınız. Mekân ve zamanda sınırlı olmayı ima eden hiçbir sıfat atfedemezsiniz. Oysa insanoğlunun bildiği ve kavrayabildiği tüm sıfatlar zaman ve mekân içinde sınırlı olmayı ima eder. Allah şunu yaptı, şunu istedi, şunu emretti şeklindeki sınırlayıcı beyanların tümü a priori yanlıştır. Bilemeyeceğin bir şey hakkında beyanda bulunamazsın.

Ateizm yalnızca “yoktur” diyor. Yoktur demek “mantıken olabilir” ihtimaline açık kapı bırakır, ya da en azından bırakabilir. Mesela "kilerde kedi yok" dediğiniz zaman, teorik olarak kilerde kedi olabileceğini kabullenmiş olursunuz. Bu anlamda agnostizm o kapıyı da kapatıyor. "Kilerde wcjjjxkfg;; var mı yok mu bilemem, çünkü söylediğiniz şeyin bir manası yok" diyor, meseleyi temiz bir sonuca bağlıyor.

(devamı var)

19 comments:

  1. Sevan Bey, daha önce de ifade etmiştim; sabrınıza sığınarak tekraren söyleyeyim. Bu diyaloglar ve özellikle diyalogların kurguları sahiden çok keyifli. Üstelik ateist külliyatın meşhur örneklerini özetlemesi ve ilgili terminolojiyi tanıtması bakımından da bir bakıma çok yararlı. Fakat bana kalırsa, diyalogların derinleşmesine engel olan birkaç unsur var. (Elbette, derinliği bu kadarıyla sınırlı tutmayı tercih ediyorsanız, yazdıklarımın devamını okumayınız.) Bunlardan uygun görür de dikkate alırsanız muhtemelen verimli olabileceklerini sandığım iki tanesi şöyle:

    1) Diyalog yöntemini bir ölçüde pedagojik bir kaygıyla tercih etmenizi anlıyorum. Fakat diyalogun taraflarından biri, diğerine kıyasla açık ara naif kalıyor.

    2) 'Selim' (sanırım aynı pedagojik kaygıyla) elbette elinden geldiğince açık ve detaylı yanıt verme eğiliminde. Üstelik verdiği her yanıtı gerekçelendirecek kadar entellektüel namus ve vicdan sahibi biri olduğu da açık. Fakat yanıtların bu detaylı kalabalığı 'Halim'in sorduğu bazı önemli soruları dikkatten kaçırma tehlikesini haiz gibi görünüyor. (Örneğin bu diyalog özelinde, "[...] varoluşun tümünün akli olduğu, ya da akılla sınırlarının çizilebileceği düşüncesi"nin gerekçesi sorununu irdelemeye pek fırsat kalmamış. Öte yandan, varlığın ya da varoluşun akliliği sorununun çok çetrefil ve belalı olduğundan haberdarım.)

    Söylemeye çalıştığım şey sizin durduğunuz yerden cahilce görünüyorsa, cesaretimi bağışlayın.
    Selam ve sevgiler...

    ReplyDelete
    Replies
    1. Bir agnostiğin bu kadar kesin yargılı cümleler kurması 'çelişki' değil midir? 'Hakikat aşığı' olmak, bilgi arayışında tevazuyu gerektirmez mi? Bana göre üslubunuz, agnostik veya deist üslubu değil, tamı tamına bir 'teist' üslubu. Zaten esasında 'ateizm' de Kur'an'a göre bir 'din'dir. Etimolojisine bakarsanız, kelimenin bu manaya geldiğini görürsünüz. Esasında, sizin karşınıza gerçekten 'putkıran' İbrahim gibi birinin çıkması lazım; belki o zaman sempati duyar, argümanları anlamaya çalışır; kalbinizi kapatmazdınız. Youtube'daki CNN söyleşinizi izledim. Hakikat arayışına yaptığınız vurguyu beğendim. İnancında samimi biri görüntüsü çiziyorsunuz. Günümüzde bu türden insan bulmak zorlaştı. Fakat bence 'acele' ediyorsunuz, etmişsiniz. Hem sonra Hz. Muhammed'de sadece Muhammed deyip, Hz. İbrahim'e Hazret lakabını layık görmeniz komik durmuş! Neyse biliyorum dil alışkanlığı. Türkiyeli olduğunuz oradan belli! Gerçekten İslam'ı iyi bilen biriyle konuşmanız sizin yararınıza olur. Batılı argümanlarla düşünmek sizi yanlışa sürüklüyor. Sanki Postmodern dönemi hiç yaşamamış biri gibi konuşuyorsunuz. Thomas Kuhn duymasın. Bu çağda hala Huxley'den örnek verilir mi? Selam ile...

      Delete
  2. Gazali filozofların tutarsızlığında metafizikçilerin tanrının varlığına, birliğine, niteliklerine ilişkin sundukları kanıtları tek tek çürüttükten sonra şu sonuca varır: evrene bakarak ve aklı kullanarak tanrı hakkında hiçbir şey söylenemez. Fakat burada ateizme de kapıyı şöyle kapatır: neden sonuç ilişkisini aksiyomatik olarak açıklayamadığından akıl evreni açıklamak için yetersiz bir vasıtadır. Vahiy en azından açıklama iddiasındadır ve mutlaktır, o yüzden akla tercih edilmelidir. Agnostik argüman bu seçime de imkan veriyor, ki bana göre de teistin ortaya koyabileceği tek geçerli argüman budur.

    ReplyDelete
  3. Sevgili Sevan, Ey bilgili İnsan ! yaptıkların takdire şayan, doğruları söyleyen sürgünde bir Aydınsın,Fakat şimdi olmaz ! Şu an olmaz! etme gözünü seveyim.

    Hiç gelmediği kadar, Ağır İslamın bu topraklara gelmeye çalıştığı bu günlerde artık Daciklere akıl vermeyi bırakmak gerekiyor. Aklı, Akıl yapan ve Dinlerin ortaya çıkması ile beraber,medeniyetin ortaya çıkarmış olduğu ve muhteşem bir sorgulama akımı olan Ateizm Felsefesini, bunlara öğretmeyi bıraktığınız gün İnsanlık güzel yerlere gelecek.

    Bırakınız her şeyleri dağınık kalsın, Hak ettiklerini bulsunlar.Ne güzel de gidiyor... Khk lar gelen yeni kanunsuz kanunlar, Dinci tarikatlar güçlü bir Diyanet kurumu güçlü bir Oryantal Despotluk Avrupadan uzaklaşmalar vb. sevindirici olaylar ve Kehanetler.

    Sakın İroni yaptığımı zannetmeyiniz Üstadım, Acaba bu yorumu mu ve sizden olan bu ricamı görüp uyanırlar mı, Yüce Vahagn ve Zeus korusun.

    ReplyDelete
    Replies
    1. Ne o, yoksa Dacikler aptal kalıp felakete uğrarlarsa Sevr şartlarını tekrar mı dayatacaksınız?

      Delete
  4. Yazınızın gerek içeriği gerekse üslubu gerçekten harika. Müsaadenizle dil ve uslubununuzun anayasa hukuku profesörü Kemal Gözler'e çok benzediğini belirtmek isterim. Tüm kitaplarınizi zevkle okudum. Ne diyelim Tanrı size daha güzel eserler ortaya koyacak bir akıl ve ömür versin��

    ReplyDelete
  5. "Kilerde wcjjjxkfg;; var mı yok mu bilemem, çünkü söylediğiniz şeyin bir manası yok" demesek te, "Kilerde wcjjjxkfg;; var mı yok mu ilgilenmem, bena sormayin, çünkü söylediğiniz şeyin bir manası yok" desek? daha iyi olmaz mi?

    ReplyDelete
  6. Insanlık çocukluk çağını geçmiş midir?

    ReplyDelete
  7. Gecenin bu saatinde Sevan okuyunca insanın rahat durmayası geliyor;

    Yunanca A veya An: Mahrumiyet veya olumsuzluk bildiren bir önek (prefiks). Örn; A-plazi. An-alphabeth. An-orexia.

    Gnosis (gnoz); pek kısaca γνῶσις, gnôsis : bilme. Felsefî-dînî bir konsept olarak ruhun huzurunun doğrudan bir bilme eyleminden (işinden) geçtiğine inanma. Bu bilme bir ilâhî (divin-e) bilme olabileceği gibi kendini bilme (connaissance de soi) veya ikisi birden de olabilir. Hem bilme (gnosis) hem de doğma-olma (genesis) anlamını da taşır. Bu felsefe bütün mevcudatı (varlığı) husûsen de insanı bağlamayı (engager) esas ve hedef alır. Platon için bu bilme Allah’a (Allah’la) asimile olmaya (hemhâl de diyebiliriz) imkân tanıyordu. Eşdeyişle nous’un (akıl, zekâ, şuur ve mantık hepsi birlikte) yardımıyla doğru (hatta dosdoğru isterseniz orthodoxos derim) ve azîz olmaya tekabül ediyordu bu bilme (gnosis). Mealen böyle der Timeos 72b.

    Gnozu hem bilme (gnosis) yani connaissance hem de tekvin, oluş veya doğuş ve hem de yeniden doğuş yani renaissance olarak okumak isteyenler aşk ile bir gnostisizm ritüeliyle esrimeyi sever ve böylece bilip öğrenir ve yaradanlarına biraz daha yaklaşmayı denerler.

    Agnostisizm kısaca, Allah’ın varlığının ya da yokluğunun kanıtlanamayacağını, Allah’ın var olup olmadığını bilmenin imkânsız olduğunu savunur. Agnostisizm bu bakımdan doğrudur. Allah’ın varlığı ya da yokluğu deneysel olarak kanıtlanamaz. Yukarıdaki gnozculukla yan yana getirdiğimizde bir tür BİLMEME isterseniz de şakayla karışık CEHALET HALİ diyebiliriz ki bu yönüyle dürüst bir duruştur.

    Bertrand Russell’ın tarif ettiği agnostik bakış açısına göre, Allah’ın varlığı ve dünya ötesi (eschatologiko) hayat hakkında, mevcut dinlerin öne sürdüğü iddiaların günümüzde doğrulanması mümkün değildir. Dolayısıyla herhangi bir dine mensup olmak anlamsızdır.

    Bu meseleyi yıllardır siyasî bir mülahaza olarak ele aldığımız (aldıkları) için özü (ousia) genelde ıskalanagelmiştir. Haydi şimdi tam zamanı, Sevan bir megaron (Bâb-ı Şikeft demek isterdim) hazırlıyor, buyurunuz giriniz.

    Sevan’a destek zamanı.

    Hakkı Açıkalın


    ReplyDelete
  8. Selam Sevan Bey. Burada size Tanrı veya "Allah" fikrine dair başka bir bakış açısı sunmak niyetindeyim. Ben kendi çapımda bir düşünür olarak "Yahudi-türevi dinlerdeki", özellikle İslam'daki Tanrının var olabilirliği, en azından bunun mantıki temelleri üzerinde epey düşünmüşümdür. Hayır, "her sanat eserinin bir ustası olduğuna göre" gibi tuzaklara hiç düşmedim. En köküne kadar irdeledim. Aklen sonuna kadar tatmin olmam için matematiğin ve pozitif bilimin temellerine vakıf olmam gerektiğini biliyordum. Yetişkin bir lisans mezununu ateist kılacak dozda temel fizik ve biyoloji öğrendim. Mesela, “canlıların evrimi sarsılmaz bir gerçektir” diyecek kadar... Çünkü sarsılmaz bir fizik kanunu olan Termodinamik II’ye dayanıyor. Kaos teorisini de anmak lazım. Bunları uzun uzun anlatabilirim ama gerek yok. Şunu biliyorum ki, bildiğimiz doğa kanunları ile canlıların var olması gayet mümkündür, müdahale edecek bir tanrıya gerek yoktur… Yani en azından ortamlarda tartışılan bağlamda ele aldığımızda bu böyledir. Evrim'i, muteber alimlere itibar etmek zorunda kalmadan anlamak için kesinlikle termodinamiğin II. kanununu, yani entropiyi anlamak şart. Buradan nereye geleceğim… “Yaratıcı Tanrı” fikrinden gönül rahatlığıyla kurtulmak üzere entropiyi çözünce, yanında bazı etkileri oluyor: Entropinin tek yönde işlediğini, buna da “zaman” dendiğini öğreniyoruz. İşte buradan zamanın, yani entropinin tersinebilirliği teorisi insanın önüne geliveriyor. “Tachyon” diye bilinen teorik parçacık veya varlık türü zamanda geri gider, entropi (düzensizleşme / bilinmezliğe doğru bozulma) tersine döner, sonuç nedenden önce gelmeye başlar. Teorik olarak bu tür malzemeden oluşan bir varlık, bozulmak veya dağılmak yerine sürekli yenileşir, birleşir. Bu(nlar) “iş” yapmak için düzenli enerjiyi kullanıp tüketmek (başka bir deyişle ısıya çevirmek) yerine adeta etrafına enerji saçar (yani yukarıdaki Tanrı sorgulamanıza yanıt olmak üzere böyle bir varlığın enerjiye ihtiyacı yoktur). Peki takyondan oluşan bu varlık(lar) nerededir? Spekülatif olarak, zamanın sonunda ortaya çıkmış olup zamanda geriye geliyor olmalıdırlar. “Sonuç nedenden önce gelir” demiştim, bu şuna işaret ediyor: evrim ve doğal seleksiyon sayesinde ortaya çıkmış daha karmaşık varlıklardan bu takyonik düzlem haberdardır. Yani doğal seleksiyon ile ortaya çıkan dinlerden de haberdardır (çaktınız mı mevzuyu?). Oldukça spekülatif olacak ama Hristiyanlık, Hristiyanlık, İslam ve bunların kök aldığı Yahudilik dinlerinin birer kitle dini veya kitleleri etkiler pozisyonda bir din haline geleceği bu takyonik varlıklar tarafından biliniyordu. Bu veriler ışığında çıkarım yapmayı size bırakıyorum.

    Takyonik düzlemin bilinçli olduğu takdirde neye “kadir” olduğunu test ettik. Peki, takyon'un bilincin kendisi olabileceğini speküle edebilir, hattâ buna kanaat getirebilir miyiz? Bunun için temel matematik ve fiziğin diğer kollarında gezinmemiz gerekiyor; İzafiyet teorisi, Minkowski diagramı, ilave boyutlar, kompleks sayılar… vs, şimdilik bunlara girmeyeyim. Neticede, “Yahudilerce edinilmiş bir meslek olan nebilere” ve galiba onlara özendiğini düşündüğünüz peygambere, Tanrıdan(?) mesaj gelmesi mümkün... Mümkün olmasını biz bilincimizle seçiyoruz ve bu oluyor. Neden ve sonuç tersine dönüyor, çünkü bu olaylar bilinç düzeyinde vuku buluyor. Şimdilik bu kadar kafa karışıklığı yeter bence. Kaos iyidir, bir şeylerin yaratılmasına sebep olur ama bu kadarı kâfi... İyi düşünmeler.

    ReplyDelete
    Replies
    1. Cok dogru seyler soylemissiniz. Takyonik parcacikaler ve otesiyle ilgili deneyleri yillardir surduren CERN gibi yuvalirin aslinda neyi neden yaptikleri, ve gercek sonuclari buyuk bir titizlikle sakladiklarini bu islerle ugrasan herkes az cok bilir. Obur yandan takyonik varliklara en buyuk delil suphesiz ki brad suretinde yeniden vucud olmus olan the knight king oldugunu burada tekrar vurgulamam gerek. Bu konuda yeterli bilgi birikimine sahip olarak size bircok ornek verebilrim, ama "chaos is a ladder" dersem sanirim bir cok kisi icin yeterli olacaktir. Yahudi dinlerinin "eski dine" oykunup takyonik varliklari sahiplenecekelrini tahmin etmek pek te zor bir sey degil, kanimca. Kanimca dusunce aksiniizn sihatsizligi poincaré conjecture'unu minkowski diagramı uzerinde integre etmemenizden kaynaklaniyor. Umarim bu soylediklerim uzerine bir miktar vaktinizi ayirabilrisniz. Derin saygilarimla.

      Delete
  9. Sonucun sebepten önce gelmesi ve zamanda geri giden takyonlar gerçekten çok eğlenceli. Tuvalette sifonu çektiğimizde gitmesi gerekenin geri dönmesi gibi iş mesela... Antropiyi tam yerinde ancak hatalı yorumluyorsunuz. Canlı da antropi (TD2) ye uygun olarak bozulup düzensizleşme sürecindeki diğer evren parçalarına katılıyor; ölüyor.. Antropinin tersine dönmesi sizin uydurmanız. Evrim teorisinin TD2 ile çeliştiği iddiası mollaların sahiplendiği bir iddiadır. Bunlar hiç bir şey söylemezler aslında. "Evreni halamın oğlu yarattı" demekten daha farklı konuşmazlar. Hala oğlu da o sıralar ortalıkta görünmüyorsa sorun kolayca bir inanç meselesi ciddiyeti kazanır. Evrim teorisinin TD2 ile çeliştiği iddiası ciddi bulunursa bunun sonucu "canlı" organizmaların yani doğan büyüyen ve kendine benzer başka canlı(lar) oluşturarak ölen organizmaların varlığını da reddetmek saçmalığına götürür insanı. Canlılar tam tersine ölümsüz olmadıkları için TD2 gereği evrim geçirirler. Çalıyı tepesinden sürüklemeye gerek yok. Zamanı geri sarma da super kahramanların ellerinin kınasıdır. vs vs. Saygılar sunarım...

    ReplyDelete
    Replies
    1. Yazdıklarımı bir daha okumanızı rica ederim. Üstüne basa basa belirttim zaten, Termodinamik 2, evrime yol açar. Evrimi anlamanın en emin yolu TD2'yi anlamaktır. belki de konuyu açmadığım için burada "entropinin artması evrime ters" gibi amiyane bir tartışmayı gündeme getirdi... Hayır böyle bir derdim yok; bilakis, hayattaki düzenliliğin artıyor gözükmesi, entropinin artması esnasındaki kaos sayesindedir ve toplamda düzensizlik artar. Bahsettiğim "entropinin tersinir oluşu" evrimi de ters kılar ki bu başka bir mesele, başka bir (uçuk) iddia..

      Delete
  10. Yukardaki arkadaş (memo) konuya farklı bir açıdan güzel bir giriş yapmış. ilgi ile yorumunu okudum, tabi ki sizin dialog temalı yazınızıda Sevan bey, her zamanki gibi zihin açıcı, kurcalayıcı. kendi yorumuma gelirsem; Efenim biz insanoğlu 4 boyutlu algılarız. Böyle algılamamız istenmiştir veya böyle evrimleşmişizdir. Bunu bilemeyiz veya belki gelecek bir tarihte bilebiliriz, bilmiyorum. Tıpkı bazı hayvanların renksiz görmesi gibi, bu canlılara renkleri anlatabilme kabiliyetimiz olsa yinede onlar rengin ne olduğunu anlayamazlardı. Fizik(bizim geliştirip algılayabildiğimiz kadarı) uzay, zaman, parçacık bilimi v.b ile alakalı bir çok değişken, teori, görüş, açıklanamayan, bilmediğimiz belki hiç bir zaman bilemeyeceğimiz "şey" ler var diyor; paralel evren teorisi, sicim teorisi, evrenin sınırları, ışığın hareketi, karadeliklerin içi ve buradaki fizik kanunları, solucan delikleri, atom altı parçacıkların hareketleri, ve onların alt parçacıkları v.b bizim algılarımızın ötesinde bir yapı var ve bizim en azından şu an için algılayabileceğimizden öte olaylar bu yapının içerisinde gerçekleşiyor. Tamam insan yapısı gereği bilmek istiyor. Ama evrende bilebileceğimizden çok daha karmaşık birşeyler var. Tamam insanoğlu sürekli bir gelişim içinde devamlı olarak mevcut bilginin üstüne yenisini ekleyerek devamlı level atlıyor ama bu keşif bize daha çok bilinmeyene kapı aralıyor. Belki günün birinde herşeyin sırrını çözeriz (pek ihtimal vermesem de) ama şu an için fizik, varsa bir fizik-metafizik ilişkisi açısından emekleme aşamasındayız. Bu durumda bilmediğini söylemek en mantıki tavırdır. Ateizm de teizm veya deizm kadar olmasa da ön kabül gerektirir. Olmadığını iddia ediyorsun, olduğunu iddia edenle temelde bi farkın yok he o sonrasında işin suyunu çıkarıyor o ayrı konu oraya girmiyorum. Agnostiklik bile aslında ön kabul gerektirir. Bilinemez diyor. Insanın bilim serüveni ise bize şunu öğretmiştir. Ön kabüller genellikle yıkılır.sizin bir ateist olmanız beni bu açıdan şaşırtmıştır. Bence en makul tavır bilmediğimizi ama bazı şeyleri günün birinde bilebileceğimizi söylemektir.
    Einstein'ın dediği gibi "Insanoğlunun evrendeki durumu tıpkı küçük bir çocuğun bir kütüphanedeki durumu gibi; çocuk kitapların belli bir düzenle dizilmiş olabileceğini anlar ama sistemini kavrayamaz, kitapların kimin tarafından yazıldığını, içeriğini bilemez." Ama hayat devam ediyor belki çocuk günün birinde kitapların hepsini okuyup hepsinin birbiri ile bağlantısını ana çatıyı çözebilir.(Einstein'ın hayali buydu.) Okumaya, araştırmaya, öğrenmeye, keşfetmeye devam.

    ReplyDelete
  11. Selam size Sevan hocam.

    Şu pasajı okumanızı rica ederim. Şayet dikkatinizi çekerse okumanız için 500 küsür sayfalık PDF formatını da size ulaştıracağım. saygılarımla.

    "Hem Ehli Mushafların, “Semâvi dinLER – İlkel dinLER”, hem de rakipleri olan Ateist’lerin “insanlar yerleşik düzene geçtikten sonra sosyal ilişkileri, korkuları ve iktidardakilerin dizaynı ile Tanrı ve Din kavramlarını yarattılar” önermesi yanlıştır, yani batıldır. Çünkü insan Fuad Basar Sema’sinin kavram koyma prosesinin: “algı-modelleme-tasavvurisimlendirme” sisteminde çalıştığını biliyoruz. Yani insan herhangi bir duyusu ile algılayamadığı bir şeyi tasavvur edemez, tasavvur edemediğini modelleyemez, modelleyemediğini de kavramlaştıramaz yani isim koyamaz.

    Bu HAKİKAT, insanların kendi kendilerine bir TANRI ve AHİRET HAYATI tasavvuru oluşturup modellemelerini ve bu isimlendirmeyi yapmalarını imkansız kılmaktadır.. Bütün disiplinlerce kabul edilen ve ispat edilmiş “İNSAN AKLININ” bu çalışma prensibine göre, akıl bir duyu ya da duygusu ile algıladığı bir şeyi önce tasavvur eder, sonra modeller ve ona bir isim koyar. Algı yoksa isim koyamaz.

    Bu nedenle, tüm insanlık için şu soru elzemdir: onbinlerce yıl önceki Adem formundaki el-İNSAN toplulukları, “HERŞEYİ YOKTAN YARATIP YÖNETEN, GÖZLE GÖRÜLEMEYEN AMA KENDİSİ HERŞEYİ GÖRÜP İŞİTEN, HERŞEYE GÜCÜ YETEN, YOKTAN YARATAN, ASLA ÖLMEYEN” bir modellemeye hangi tasavvurlar ile ulaşmıştır?

    Bu tasavvurları hangi örnekleme ve algıları ile yapmıştır? Çünkü yaşadığı fizik evrende yukarıda sayılan özellikleri asla hiç bir varlıkta GÖRMEMİŞTİR. Ve Bütün bunlara rağmen nasıl olurda “TANRI” DİYE BİR KAVRAM KOYABİLMİŞTİR!!!
    Aynı şekilde, YOKTAN YARATMAK, YENİDEN DİRİLİŞ ve EBEDİ HAYAT, CENNET CEHENNEM, KADER gibi kavramları da hiç bir algısı ile tasavvur edemez ve modelleyemez. Bu nedenle insan bu kavramlara kendi kendine İSİM koyamaz.

    Şu anda bu yazıyı okuyan sizlerin «JÖMBRİCAK» isminde, ne insan, ne bitki, ne de hayvan olan canlı türünü bilmemeniz ve böyle bir isim koymamış olmanız bunun örneğidir. Ben size böyle bir canlı türü var dediğim anda bana onlarca soru sorarak onu tasavvur etmeye ve modellemeye başlayacaktır aklınız ve sonra ona bu ismi kendi dilinizde koyabileceksiniz yani tanımlamış olabileceksinizdir. Ben de size bu ismi söyleyebilmem ve sorularınıza doğru cevaplar verebilmem için onu daha önce mutlaka duyularımdan en az biri ile algılamış tasavvur etmiş
    modellemiş ve isimlendirmiş olmam gerekmektedir.

    Kavram koyma prensibinin bir diğer örneği de “DOĞUŞTAN KÖRLERİN ADASI” örneğidir. İçinde yaşayanların tamamının doğuştan körler olduğu bir ada düşünün. Bu adada yaşayan körlerin “RENK” diye bir kavramlarının olması imkansızdır. Daha önce hiçbir duyu ya da duyguları ile algılayamadıkları için tasavvur edememiş, tasavvur edemedikleri için modelleyememiş ve modelleyemedikleri için de RENK diye bir kavram koyamamışlardır ve adaya en azından bir gözü gören birisi gelerek onlara “RENK” diye bir kavramdan bahsedene, onu tarif edene kadar da
    koyamazlar. Böyle birisi gelip RENK diye bir kavramı onların İŞİTME duyularına algılatarak tarif etmesi ve bu kavram ile birlikte “BEYAZ, SİYAH, PEMBE, MOR, YEŞİL” v.b. renk isimlerini anlatması sonucunda, o RENK denilen “şeyi” GÖREMESELER” de, yeşil, mavi, beyaz nasıl bir şey algılayamasalar da artık o kavram ve isimleri DUYMUŞLAR ve kullanabilecek, iletebilecek hale gelmişlerdir. İşte biyolojik evrimini tamamladıktan sonra kendilerine Fuad-BasarSem’â yüklenen ilk insan toplulukları da tıpkı bu örnekteki gibi, kendilerine gönderilen el-Kitab Vahyi yani onu onlara DUYURARAK öğreten Peygamberleri vasıtası ile, “TANRI ve O’nun özellikleri”, “AHİRET”, “KADER”, “İNSAN ve DUNYA HAYATININ ANLAMI” v.b. kavramları, yani asla kendi kendilerine koyamayacakları kavramları İŞİTEREK algılamışlar ve kavramlaştırmışlardır. el-Kitab Vahyinin asıl amacı budur.

    ...

    ReplyDelete
  12. devam

    Ateist – Deist ve bilimci önermenin: “İnsanlar Neolitik dönemde avcı toplayıcı olarak yaşarken TANRI ve DİN kavramları yoktu, tarım toplumuna yani yerleşik düzene geçtikten sonra (MÖ 5000’ lerden sonra), sosyal ortam ilişkileri, çıkar ve kayıpları, korkuları yüzünden Tanrı ve Din kavramlarını kendileri uydurdular, işte zaten elimizdeki somut arkeolojik deliller de bunu göstermektedir, en eskisi 5-6 bin yıllıktır” cümlesi gene kendilerinin kabul ettikleri ve hayatla birebir gerçekliği bilinen yukarıdaki postülat nedeni ile çelişkili ve batıldır. Zaten bunun somut bilimsel kanıtı da Urfa Göbeklitepe’de ortaya çıkarılan ve yaklaşık MÖ 10.000’lere tarihlenen muhteşem Tapınak Sitesi ile önlerine gelmiştir. Aynı şekilde, Amazon ormanlarında keşfedilen, o güne kadar dış dünya ile “sıfır iletişim” ile yaşamış kabile üyelerine bir kaç ay sonra “sizin Tanrı’nız ya da tanrılarınız kim, Dininiz ne?” şeklinde yöneltilen sorulara “Tanrı mı? o ne demek, Din mi o ne demek?” şeklinde verdikleri cevaplar ve “ölüleriniz nereye gidiyor?” sorusuna “nereye mi, hiç bir yere gömüyoruz ve toprağa karışıp yok oluyorlar” şeklinde verdikleri cevap da bu
    Hakkı apaçık teyit eden diğer ayetlerdir.

    Charles Darwin, İnsan’ın Türeyişi isimli eserinin, “TANRI İNANCI ve DİN” bölümünün ilk paragrafında, bu gerçeği şu cümleler ile yazmıştır:

    “Herşeye gücü yeten bir Tanrı’nın varlığına olan yüceltici inanca insanın ta başlangıçta
    eriştirildiğini gösteren hiç bir kanıt yoktur. Tersine, öyle gelip geçici gezginlerden değil, yabanıl insanlar arasında uzun süre kalmışkimselerden sağlanan ayrıntılı kanıtlar, bir ya da birden çok Tanrı üzerine hiç bir düşüncesi olmayan, dillerinde böyle bir düşünceyi anlatmak için hiç bir sözcük bulunmayan sayısız ırkların yaşamış ve yaşamakta olduğunu göstermektedir. Sorun evrenin bir yaratıcısı ve yöneticisi olup olmadığı sorunundan, o yüksek sorundan elbette tümü ile başkadır; bu güne kadar gelip geçmiş en yüksek zekalardan kimisi, bu soruya olumlu yanıt vermiştir....”

    Esenlik dilerim.

    ReplyDelete
  13. Adana'da kahve içmeye davet edildiğim kilisede gürcü genç bir yobazla birbirimize daldığımızda, aniden, onun vazgeçirilmeye, benim de inandırılmaya muhtaç iki sefil olduğumuzu sezinleyip, utanç ve acıma duygusuyla uzaklaşmıştım.. yukarıdaki metnin argümântâtif kalitesinin eşsizliği bende aynı duyguyu hâsıl etti.. bir garip hüzün..

    ReplyDelete
  14. Tanrı yazıyı kullandı mı gerçekten?
    Yazılı olarak inen ayet var mı herhangi bir dinde?
    Kuranın ilk ayeti oku dur ama o da sözel olarak inmiş olmalı. Bu arada ilk ayet oku olmasına rağmen kuran bununla başlamaz. Bu da epey ilginç.

    ReplyDelete